21 Ağustos 2012 Salı

İktidarın silahına silahla direnmek -dizi II

AHMET ÇİMEN-ALİŞER HEREKOL / BEHDİNAN - Her canlı varlığın kendini saldırılar karşısında korumak için savunma refleksi geliştirdiği biliniyor. Tarihten günümüze insanlar da gerek doğadan gerekse yabani hayvanlar ve insanlardan gelişebilecek saldırılara karşı kendini savunmayı, varlığını koruma gerekçesi sayıyor. Bu meşru savunma refleksi uluslar arası sözleşmelerde ve insan hakları evrensel bildirgesinde de temel bir hak olarak kabul ediliyor. Meşru savunma hakkı, yaşamsal değerlere karşı haksızca yönelim oldukça, içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun, yapılması gereken varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama hakkı ve kutsal eylemidir.

Devletin en temel özelliği insanı kullaştırma, köleleştirme temelinde kendi hizmetine koşturmasıdır. Bu yaklaşım günümüze kadar değişmemiş, bin bir maskeyle sürekli allanıp pullanarak geliştirilmiştir. Buna karşı ezilen, horlanan, köleleştirilen veya ötekileştirilenlerin direnişleri de eksik olmamıştır. Egemenlerin zoruna karşı önce yakınma olarak başlayan memnuniyetsizlik giderek isyan ve savaşlara dönüşmüştür. Bu açıdan insanlık tarihini, egemen güçlerin zoru ile ezilenlerin ve dilsizlerin savunma direnişleri arasında geçen yoğun mücadele tarihi olarak da ele almak mümkündür. Peygambersel çıkışlar da devlet ve iktidarların bu zulüm düzenine bir başkaldırıdır ve gerektiğinde meşru savunma savaşına girmekten çekinmemişlerdir. 

Kapitalizmin şiddet ve zor kullanımında daha önceki sınıflı toplumlardan en büyük farklılığı bilim ve tekniğin gelişmesi sonucunda elindeki zor araçlarını da sınırsız geliştirmesidir. Bu çerçevede kapitalizm en ince ve en derin tarzda toplumu köleleştiren, zoru en kapsamlı, en yıkıcı ve hızlı kullanabilen sistem olmuştur. Son iki yüz yıldaki sayısız devlet ve bölge savaşları, 20. yüzyılda iki dünya savaşı, kontra örgütlenmelerle verilen kirli özel savaşlar, nükleer, biyolojik silahlanma vs. bu gerçeğin ifadesidir. Kamu güvenliği gerekçesiyle toplum üzerinde her türlü zor ve şiddeti geliştirmekten geri durmayan devlet aygıtı, silahlı güç oluşturma tekelini de ele geçirip toplumları silahsızlandırmayı, savunmasız bırakmayı kendini sürdürebilmenin koşulu olarak görmektedir. İktidarların silahlı zoru ve şiddetine karşılık geliştirilen her tür silahlı direniş ve zorun kanla, zulümle bastırılmasını devletlere hak görmek, şiddet ve silah kullanma tekelinin devlet ve iktidarda olduğuna dayanan anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, toplum ve insan eksenli değil, devlet önceliklidir. “İnsanı kullaştırma, köleleştirme biçiminde hizmetçiliğe mecbur kılma” olarak Sümerler tarafından belirlenen devlet ilkesi, günümüze kadar özü itibariyle değişmemiştir. Böylelikle “atom bombalı devletin, maskeli tanrı devletiyle kıyaslandığında en dehşetlisi olduğu açığa çıkmaktadır.

Halklar son yüzyılda, kendini her şeye muktedir gören ve her şeye zapturapt altına almaya çalışan emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ayaklanma ve uzun vadeli (süreli) halk savaşı stratejisi ile ortaya çıkmışlardır. Özünde her iki strateji de, uygulanan iktidar zoru ve baskısına karşı hakların kendilerini savunma refleksleridir. Devrimci hareketler geçen yüzyılda her iki stratejiyi de uygulamış ve silahlı mücadeleyle önemli sonuçlar da almışlardır. Ancak iktidar ve devlet olgusu doğru tanımlanıp aşılamadığından bir süre sonra modernizmin sol versiyonu olmaktan kurtulamamışlardır. 

İlk çıkışında PKK hareketi de bu devrim stratejilerinden etkilenmiş, silahlı devrimle iktidar olmayı hedefleyen ulusal kurtuluş mücadelesini esas almıştır. Ancak 90’lı yıllarda başladığı değişim arayışlarını 2000’li yıllarda resmiyete kavuşturmuş ve paradigmal değişime gitmiştir. Bu değişimle PKK’nin silahlı mücadelesi meşru savunma çizgisine çekilmiş, devlet ve iktidarı değil, kendi yaşamını, barınma ve güvenlik-savunmasını örgütleyen özgür demokratik bir toplumu hedeflemiştir.

SAVUNMASIZ TOPLUM ÖZGÜR OLAMAZ

10 bin civarındaki silahlı ordu güçleri ARGK ise Halk Savunma Güçleri (HPG) olarak yeniden düzenlenmiştir. PKK, meşru savunma anlayışını Öcalan’ın “dünyayı yenecek gücümüz de olsa saldırmayacağız; ama dünya birleşip üzerimize gelse de kendimizi sonuna kadar savunacağız” sözlerine dayandırmaktadır. Dağdaki çobanın bile silahsız olmadığı, devletlerin milyarlarca doları silahlanmaya harcadığı dünya ve Ortadoğu gerçeğinde hiç bir alt yapı çalışması, çözüm projesi geliştirilmeden, hiç bir anayasal güvence sağlanmadan Kürt halkının varlığının, meşru ve haklı taleplerinin ve özgürlüğünün teminatı olan PKK’nin silahsızlandırılması mümkün görünmemektedir. Dünyada belki de en çok silahlı direniş sergileme Kürtler açısından meşrudur, haktır. Çünkü en temel hakkı olan kendi dili ve kimliğiyle varolma hakkı tanınmıyor. Bir halkın varlığı tanınmayacaksa orada demokrasiden ve demokratik mücadele koşullarından bahsedilemeyeceği açıktır. AKP’nin bu ısrarının bir halkı tümden imha etme anlamı taşıdığı açıktır. KCK Yürütme Konseyi üyesi Cemil Bayık, “Kürtler üzerinde bu kadar soykırım operasyonu ve çözümsüzlükte ısrar sürerken PKK’den değil silah bırakmak, sadece direnişini yükseltmesi beklenir,” derken KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı Duran Kalkan da NATO destekli 12 Eylül rejiminin teslim alamadığı özgürlük iradesini AKP’nin asla teslim alamayacağını vurguluyor ve şöyle diyor: “Dikkat edilirse küçük bir siyasi mücadele imkanı bulmuşsak ateşkes ilan etmiş, siyasi mücadeleyi öne çıkarmış bir hareketiz. Fakat siyasi demokratik mücadelenin bütün kanalları tıkatıldığında, Özgürlük mücadelesini geliştirmek ve özgür olarak var olabilmek için silahlı direnmekten başka çare kalmadığında gereken direnişi dün de gösterdik, bugün de gösteriyoruz, yarın da gösteririz. Bunu herkes bilsin. Bizim silahımız Kürt’ün özgürlüğü içindir, direniş temelindedir. Hiç kimseye bir tehdit değil, bir saldırı değil. PKK'nin hiç kimsenin özgürlüğünü yok edecek ne bir anlayışı var ne de o kadar silahlı gücü vardır. PKK, silahla kimsenin özgürlüğünü tehdit etmiyor, kimsenin varlığına kast etmiyor, kimseyi baskı altına almıyor. Ama her taraftan gelişen Kürt’ü yok etmek, soykırımdan geçirmek isteyen saldırılara karşı özgür olarak kendini yaşatabilmek için, kendini savunma amaçlı kullanılan silah her zaman gereklidir. Güvenlik de beslenme ve üreme gibi yaşamanın temel unsurlarından biridir. Güvenlik olmazsa, öz savunma olmazsa toplum yaşayamaz, dolayısıyla özgür de olamaz.” 

DAĞI ASKERLE ŞEHRİ POLİSLE KUŞATMA ÇABALARI
PKK’ye silah bırak dayatmasında bulunan güçlerin dünyanın en çok silahlanan devletleri olması da işin bir başka dikkat çeken noktası. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (SIPRI) 2009 yılı verilerine göre, dünya ekonomisi 2009'da yüzde 0.6 oranında küçülürken, askeri harcamalar 2009'da yüzde 6 oranında artarak 1 trilyon 531 milyar dolara ulaştı. Askeri harcamalar dünya toplam gelirinin yüzde 2.7'sine denk düşüyor. En çok askeri harcamayı 633.2 milyar dolarla ABD yapıyor. İngiltere 69.2 milyar dolarla üçüncü sırada. Türkiye de 2009'da 19 milyar dolarla askeri harcaması yüksek ülkeler arasında yer alıyor. Aynı Enstitüsü'nün (SIPRI) yayınladığı rapora göre, Türkiye 2011 yılında askeri harcamalara 15 milyar 364 milyon dolar ayırdı. 2011 yılı bütçesinden ordu ve emniyete ise 20 milyar dolarlık bütçe ayrıldı. Güvenlik ve savunma harcamalarında da geçen yılın ilk altı ayına göre toplamda 50 milyon lira artış var. Bütçede 'gizli hizmet giderleri' adı altında görünen örtülü ödenekten altı ayda 431 milyon lira harcanmış. Geçen yılın aynı döneminde bu tutar 296 milyon lira. Aradaki fark 135 milyon lira. Mühimmat harcaması geçen yılın aynı dönemine göre 8.5 kat artmış. Yılın ilk yarısında mühimmat alımına harcanan tutar, 122.8 milyon lira. Aynı kalem geçen yılın aynı döneminde, 15.3 lira.

Bütçe rehberindeki tanımıyla 'MİT Müsteşarlığında değişik statülerde istihdam edilen personele nakdi olarak ödenen her türlü mali ve sosyal hak ve yardımları' ifade eden harcama kaleminin altı aylık bilançosu: 265.2 milyon lira. Bu kalem, geçen yılın aynı döneminde 216.5 milyon liraydı. Artış tutarı, 46.7 milyon lira.

Dünyadaki en silahlı polis gücü de Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye'de toplam 232 bin polis görev yaparken AKP iktidarında 50 binin üzerinde yeni polis göreve alındı. Ağır silahlar, helikopterler, panzerler, akrep tipi zırhlı araçlar ve TOMA’larla adeta ayrı bir ordu gibi donatıldı. Polisin toplumsal olayları bastırmak için kullandığı biber gazının insan sağlığını tehdit ettiği bilimsel olarak kanıtlanmasına rağmen AKP’li bakan Hayati Yazıcı’nın beyanına göre Türk devleti son 12 yılda 21 milyon lira karşılığında 6 yüz 28 bin kg. biber gazı satın almış, stok tüketilmiş ve yeni siparişler verilmiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) verilerine göre ise son beş yılda polisin biber gazı kullanımından etkilenen 12 kişi yaşamını yitirmiştir. 

AKP döneminde zırhlı araçlar, savaş helikopterleri, insansız hava araçları (heronlar), savaş uçakları, termal kamera alımına milyarlarca dolar harcandığı bilinmektedir. Özel paralı ordunun sayısının 150 bine çıkarılması öngörülmektedir. 

İstihbarat teşkilatının (MİT) eleman sayısı ve giderleri ise net bilinmemektedir. 90 bin korucuya rağmen yeni korucular oluşturma çabası da buna eklenebilir. Bu kadar polis ve askeri güç bir düşman ülkeyle savaşmadığına göre ne yapıyor? Tek yanıt şu: Kürt halkının demokratik direnişini ve gerillanın özgürlük mücadelesini bastırmak. Bunu başarmak için de gerillanın silahsızlandırılması şart. Amaç, gerillaya silah bıraktırıp özgürlük mücadelesini budamak, ardından da inkar ve imhayı daha rahat devam ettirmektir. 

AKP AJANDASI BİR AMERİKAN PROJESİ

15 Haziran 2012 tarihli ‘Yeni kültürel soykırım stratejisi’ başlıklı yazısında yazar Hüseyin Ali bu konuya dikkat çekmiş: “Türk devletinin bu adımı (PKK’nin Silahsızlandırılması) çözümün değil, saldırıların arttırılmasının sıçrama tahtası olarak kullanacağı anlaşılıyor. Belki de bazı çevrelerle “biz bu tür şeyleri yapalım, sizler de bizimle birlikte PKK'nin üzerine gidin” konusunda anlaşmıştır. Beşir Atalay bu konuyu gündeme getirdiği gün ABD ve Barzani üzerinden PKK'ye silah bıraktırma görüşmeleri yapılıyor biçiminde açıklamada bulunmuştu.” 

Kaldı ki bu yeni bir konsept de değil. PKK’nin 2006’da ilan ettiği tek yanlı ateşkes sonrası AKP’nin geliştirdiği diplomasi trafiği, Erdoğan’ın dönemin genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’la 2007 yılında Dolmabahçe’de gerçekleştirdiği ve “konuşulanlar benimle mezara gidecek” dediği gizli görüşme unutulmuş değil. 

NCAFP RAPORU 

Hatırlayalım. Beyaz Saray'da 5 Kasım 2007'de yapılan Bush-Erdoğan görüşmesi öncesinde ABD Dışişleri Bakanlığı eski üst düzey danışmanlarından David Phillips tarafından 15 Ekim 2007'de "PKK'nın silahsızlandırılması, dağıtılması ve (topluma) yeniden entegre edilmesi" başlıklı rapor açıklandı ve yönetime sunuldu. Amerikan Dış Politikası için Ulusal Komite (NCAFP) tarafından hazırlanan araştırma raporu PKK'nin silahsızlandırılması, terhis edilmesi ve yeniden bütünleştirilmesine ilişkin stratejiler önermektedir. Bunun gerçekleşmesi için de uluslararası toplumun ve Bölgesel Kürdistan Hükümeti'nin PKK üzerinde baskılarını arttıracak tedbirler önermektedir. Aynı zamanda PKK'nin Türkiye Kürtlerinin içerisinde desteğini arttıran siyasal ve sosyo-ekonomik şartları da değerlendirmektedir: 

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kararlı bir şekilde hareket etmesi açısından baskı altındadır. Fakat, Kuzey Irak'ta PKK’ya karşı askeri harekattan kaçınmalıdır, ki bunun ciddi yankıları olur. Askeri harekat Türkiye'nin demokratik gelişimini zayıflatır, Türkiye Kürtlerini radikalleştirir ve hem ABD-Türkiye ilişkilerini hem de Türkiye'nin AB üye adaylığını olumsuz etkileyecek bölgesel bir afet riskini ortaya çıkarır. PKK sorunu ise kendine has değnekler ve havuçlari gerektirmektedir. Uluslararası toplum PKK üzerindeki baskısını onun ekonomik ve propaganda altyapısını hedefleyerek arttırabilirler. Avrupa Terör Karşıtı Grup, PKK'yi besleyen kanuna aykırı kaynakları araştırmada öncülüğü alabilir. BM'nin Terörizm Karşıtı Komitesi, ki terörist aktiviteleri besleyen kaynakları mahkum etmek için oluşturulmuştur, PKK'nin organizasyonlarını tolere eden AB ve diğer üye ülkelerden bu tür kaynakları kesmeye yönelik çabalarını belgelemelerini isteyebilir. Avrupa’da bulunan ve nefret veya şiddeti onaylayan PKK medya mahreçlerinin lisansları da iptal edilmelidir.”

PKK’Yİ TESLİM ALMA PROJESİ: BARKEY PLANI 

PKK'nin silah bırakması için koşulların da oluşturulması gerektiğine yer veren 09.02.2009 tarihli Hanry Barkey planında şu cümleler dikkat çekici: "Güneydoğu'da halk savaştan bıkmış. Kürt sorununda siyasi açılım istiyor. PKK'lıları çocuğu gibi görenler var. Şimdi bunları bir şekilde topluma kazandırmak lazım. Af yasası denilince insanlar sinirleniyor, ama af demeyin başka şey deyin. Dağdaki her bir kişi yirmi-otuz kişiyi etkiliyor." Raporda; Washington'ın, Kürt sorununun çözümü için AB üyeliğini bir manivela olarak kullanması öneriliyor. 

Washington'ın eski tavrını değiştirerek Türkiye'de “şiddeti reddeden” (yani PKK’ye karşıtlık, düşmanlık yapan) Kürt liderlerle ilişkiye geçmesi ve onları ABD'ye davet etmesi gerektiği salık veriliyor. Rapora göre PKK'nin tasfiyesine hizmet edecek olan üçlü mekanizma (TC-ABD-Irak), Ankara'nın Bölgesel Kürt Yönetimi'ni tanımasını, Erbil'de konsolosluk açmasını hedefleyecek. Ankara-Erbil arasındaki ilişkilerin gelişmesine paralel olarak ABD yönetiminin Barzani ve Talabani üzerinde PKK'ye tavır almaları yönünde baskıyı artırmasının kolaylaşacağını düşünen Barkey, örgütün tasfiye sürecini 5 etaba ayırıyor:

1- Ankara-Erbil ilişkilerinin geliştirilmesi; böylelikle olanaklı tüm yollarla PKK saflarından kaçışı hızlandıracak şekilde örgüt üzerindeki baskının artırılması

2- Türkiye'nin PKK'lılara soruşturmaya uğrama kaygısı olmadan Türkiye'ye dönmelerini ya da Kuzey Irak'ta kalmalarını sağlayacak şekilde af çıkarması

3- Erbil'in ve Washington'ın askeri yetkililerinin silah bırakan PKK'lılara geleceklerini garanti etmesi; Irak'taki ABD'li yetkililerin silah bırakma sürecini gözetecek bir mekanizma kurması ve PKK'lıların silahlarını Türk subaylarının gözetiminde ve medya tarafından izlenecek şekilde ABD'li subaylara teslim etmesi

4- Bu adımlar atıldığında Bölgesel Kürt Yönetimi'nin Kuzey Irak'ta kalan silahlı PKK'lılara artık izin vermeyeceğini ilan etmesi ve Hakurk, Zap, Kandil kamplarını kuşatarak hareketlerini ve ikmal sağlamalarını engellemesi

5- PKK'nın büyük kısmı silahsızlandırıldığında örgütten geriye kalanlara karşı ABD'nin kendi hava kuvvetlerini kullanması 

Yakın geçmişte tüm bu planların AKP tarafından hayata geçirildiği ancak hiç bir sonuç vermediği biliniyor. Bugün AKP Kürt Özgürlük Hareketi karşısında çok sıkışmıştır. Eğer bu çatışmalı ortam ve hükümetin sürdürdüğü baskılar devam ederse sonunun geleceğini çok iyi biliyor. Son dönemdeki saldırganlığı bu nedenledir. Yüksekten atıp tutma, saldırılarla Kürt halkının mücadele azmini kıracağını sanmaktadır. Kürtlere karşı havuç-sopa politikası yürütmektedir. Ancak Kürtler; AKP ve T. Erdoğan’dan daha fazla bir mücadele geçmişine ve siyasi tecrübeye sahiptir. Bu tür psikolojik savaş yöntemleriyle Kürtleri aldatması ve mücadeleden alıkoyması artık çok zordur.

SOYKIRIMA YENİ MEŞRUİYET ARAYIŞI: İŞBİRLİKÇİLİK

ABD kaynaklı raporların işaret ettiği ve AKP’nin uygulamaya çalıştığı “PKK’yi silahsızlandırma” projesinde en dikkat çeken konu, PKK dışında, yeminli Apo ve PKK düşmanı kimi Kürtlerin devlet eliyle örgütlendirilip Kürt sorununun sözde çözümünde muhatap kılınarak Kürt halk önderi Öcalan ve özgürlük hareketinin tasfiye edilmesine ilişkin ifadelerdir. Geçen süreçte buna dair bazı adımlar da atıldı. 2008 Şubat’ında Türk ordusu Güney Kürdistan’a girmek istedi ve Zap hezimetini yaşadı. Kimi Kürt örgütleri sonbaharda PKK’nin dahil edilmeyeceği bir ‘Kürt konferansı’ düzenleyerek PKK’ye “silahları bırak” çağrısı yapmak üzere harekete geçti. Uluslar arası alanda diplomasi trafiği hızlandı. Abdullah Gül İran yolunda “iyi şeyler olacak dedi. 29 Mart yerel seçimlerinin referandum olduğu beyan edildi. Seçimlerde Kürt iradesi sandığa gömülecek, işbirlikçi Kürtler çağrı yapacak ve uyulmazsa son darbe de askeri olarak vurulacaktı. Tasfiye konseptinin meşruiyet zemini işbirlikçi Kürtlere dayanacağından Kürt halkı ciddi bir tepki vermeyecekti. Ama seçim sonuçları tüm bu hesapların boş olduğunu gösterdi. Kürt halkının siyasal iradesi komplo içindeki tüm güçlere bir tokat gibi indi. Kürtler açıkça, siyasal çözümse buna hazırız dedi, 13 Nisan’da ateşkes ilan etti. Komplo KCK operasyonuyla anında siyasal çözüm yolunu kapattı. Sözde Kürt açılımı dillendirildi. 40 yıllık mülteci kimi şahsiyetler devlet erkanınca alınıp Kürdistan’a getirildi. Kürt özgürlük hareketine ve halkın değerlerine saldırmaktan başka meziyeti kalmayanlar AKP’ye umut olma çabasına girdi. AKP, çözüm istemedi. Çok sonra Erdoğan’ın ABD’de sarfettiği ve iktidar medyasının “AKP’nin yeni stratejisi olarak yansıttığı ‘terörle mücadele, siyasetle müzakere” medyada işlediği gibi Erdoğan hükümetinin yeni bir stratejisi değil, ABD’nin AKP’ye verdiği bir ev ödeviydi. CHP’nin de Kürt sorununu çözme iddiasıyla inisiyatif almak istediği söylemi yeni bir tasfiye senaryosundan öteye gidemedi. CHP-AKP görüşmesini “beklenti ve oyalama yaratmak istiyorlar” sözleriyle değerlendirdi. “Kürtler bir siyasi irade olarak tanınmaz ve demokratik özyönetimleri kabul edilmezse Kürt sorunu çözülemez” diyen KCK Yürütme Konseyi üyesi Cemil Bayık, AKP’nin Kürt halkına kabul ettiremediği yeni siyasal egemenlik ve kültürel soykırım politikalarının CHP-AKP ortaklığıyla kabul ettirilmek istendiğini belirterek devrimci halk savaşı hamlesi temelinde direnişi yükselteceklerini duyurdu. Suriye’de Kürtler devrim yaptı. Gerilla, ‘devrimci operasyon’ adıyla, en gelişkin teknolojiye rağmen Türk ordusunu karakollarından çıkamaz hale getirdi. 30 yıldır PKK’nin teslim alınması için her yol denendi. Kaba inkar ve imha sonuç vermedi. AKP bunca mücadele tecrübesi ve kazanımından sonra “benim Kürt kökenli vatandaşım” demeyi Kürtlere verilmiş bir hak olarak gösterme ve Kürdü buna razı etme çabasında. AKP’nin derdi Türkiye’nin demokratikleştirilmesi, demokratik özgürlükçü bir anayasaya kavuşturulması ve Kürt sorununun siyasal çözüme kavuşturulması değil, kendi iktidarını sürdürmektir. Yani kendi Kürdünü yaratarak bunları tarihsel işbirlikçiliği meslek edinmiş Kürtlerle birleştirmek, özgürlük hareketine karşı kendine yeni bir meşruiyet yaratıp savaşı sürdürme derdindedir. 

SİLAHLAR KÜRDÜN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN GARANTİSİDİR 

Bugün dünya ekonomik krizle boğuşuyor. Ortadoğu kaynıyor ve Arap Baharı’nda Suriye düğümü henüz çözülemedi. Kendi içindeki Kürt sorununa çözüm bulamayan, Şemzinan, Oramar ve Çelê’de otoriteyi kaybeden AKP, Batı Kürdistan’a askeri müdahaleyi tartışıyor. Suriye Ulusal Konseyi adı verilen oluşumu İstanbul’da topladı, her türlü desteği verdi. Bir yandan PKK’ye silahları bırakma çağrısı yaparken diğer yandan da kendi eliyle kimi muhalif güçleri Suriye yönetimine karşı silahlandırdı. Ancak eldeki hesap çarşıya uymadı. Kürtlerin yaşadıkları kentlerin kontrolünü ele geçirip kendi güvenliklerini sağlamaları gösterdi ki gelişmeler hiç de AKP’nin arzu ettiği yönde değil. Esad’a karşı Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyen ve Türkiye’de konumlandıran AKP, Rojava Kürtlerinin PYD öncülüğünde siyasal statü kazanarak demokratik bir Suriye’de özgürce yaşama mücadelesini “kabul edilemez ve ulusal güvenliğini tehdit eden bir tehlike” olarak ele alıp “müdahale hakkımızdır” diyor. 

AKP hükümeti Suriye’de demokratik Kürt oluşumuna karşı gizli çalışmalar içinde. Arap muhalifleri Kürtlere saldırmak, Kürt ittifakını parçalamak, PYD’nin etkinliğini kırıp işbirlikçi karakterde Kürt oluşumu geliştirmek, bu da olmazsa kendi askeri gücüyle işgal etmek gibi seçenekler Türk devletinin üzerinde çalıştığı ve sonuçları bir Kürt katliamına yol açabilecek tehlikeler içeriyor. Güney Kürdistan federe hükümeti de bugün bir yandan Maliki ve İran baskısı altında, diğer yandan Türkiye ve sünni Araplardan gelebilecek tehlikelerle karşı karşıya. Yine Suriye’den sonra sıranın İran’a gelebileceği konuşuluyor. Doğu Kürdistan halkına karşı İran rejiminin muhtemel bir saldırı ve katliam girişimini kim, hangi güçle engelleyecek? 

Bölgede Suriye krizinde açığa çıktığı gibi mevcut savaş Esad yönetimi ile muhalifler arasında bir savaş olmanın ötesinde, birçok gücün farklı çıkar hesaplarının savaşına dönüşmüş durumda. Bu güç ve çıkar kavgasında Kürt halkı belki de en erken gözden çıkarılıp kurban edilebilecek durumdadır. Bu da her dört parçadaki Kürt halkının, her zamandan daha çok silahlı güç de dahil, kendi güvenliğini, öz savunma sistemini çok hızlı ve etkin bir şekilde geliştirmesini, varlığını korumak ve özgürlüğünü sağlamak için gerekirse kendini silahla savunmasını zorunlu kılmaktadır. 

Bunu sağladığı ve gücünü birleştirip ulusal birliğini sağladığı oranda da Kürtler, bölgenin demokratikleştirilmesi ve farklı etnik, dinsel yapıların özgürce bir arada yaşamasına öncülük edebilecek en büyük bölgesel aktör olabilir. Böylece yüzyıllık statüsüzlüğüne son verip çağdaş demokratik bir siyasal statü kazanabilir. Bu anlamda da silahlar, özgürlüğü gerçekleşene kadar Kürdün en büyük güvencesi olmaya devam edecektir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder